Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Uluslararası İlişkiler Uzmanı Doç. Dr. Merve Suna Özel Özcan, Orta Doğu Bölgesinde Artan Gerginlikleri ve Dünya’ya Etkileri Değerlendirdi

Merhaba, Uluslararası Diplomatik İlişkiler Akademik Araştırmalar ve Eğitim Derneği olarak Kırıkkale Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Merve Suna Özel Özcan ile Orta Doğu’da, İsrail, İran ve Lübnan üçgeninde yaşanan gerilimler üzerine bir röportaj gerçekleştireceğiz. Sözü kendisine bırakıyorum.

Soru 1: İsrail’in Gazze ve Suriye’den sonra Lübnan’a yönelik saldırıları dolayısıyla bölgede gerginlik tırmanmış durumda. Lübnan-İsrail sınırındaki son dönemde yükselen tansiyon bölgesel bir savaşı tetikleme riski taşıyor mu?

İlk olarak süreci anlamlandırma adına belli konuları hatırlamak gerekli. 7 Ekim sonrasında İsrail’in Gazze’de başlattığı operasyon kısa sürede sivilleri hedef alması nedeni ile bir insanlık krizine döndü. Esasında biz bu süreci farklı konjonktürel koşullar ekseninde 20. yüzyılın başından bu yana görmekteyiz. İsrail’in 1948 yılında devlet olarak uluslararası alanda tanınmasından bu yana ise Orta Doğu bölgesinde çatışma olgusu sürekli hale geldi. Bu durum aynı zamanda İsrail’in teolojik kökenli yayılım eğilimleri ile daha da karmaşık bir hal almıştır. Nitekim buradaki temel sorunlardan biri de sivilleri hedef alan İsrail’in insan haklarına aykırı, ırkçı yaklaşımlarını açıklamakta çekince görmemesidir. Hatırlayalım İsrail’in Gazze’de “meşru hak” olarak kendini savunma gerekçesi ile başlattığı sivil katliamına dair İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, Gazze halkını ‘‘insansı hayvanlar’’ olarak nitelendirmişti. Dolayısı ile İsrail’de savaş kabinesinin yaklaşımları öteki yaratmanın da ötesine ırkçılığın tıpkı İkinci Dünya Savaşı döneminde yarattığı insanlık dışı yaklaşımın farklı bir konjonktür ve gerçeklikteki yansımasıdır.

İkinci bir durum ise esasında İsrail’in Lübnan saldırısının kaynağının Soğuk Savaş dönemine kadar uzanmasıdır. Bilindiği gibi Hizbullah’ın Lübnan’da kuruluşu 1980’lere dayanmaktadır. Bölgedeki yapılanması itibari ile İran desteği ile güçlenen Hizbullah’ın İsrail karşısındaki en etkili olduğu süreç 2006’da yaşanmıştır. Yaklaşık 33 gün süren bu çatışma dönemi BMGK’nin 1701 sayılı kararı akabinde durmuştu. Ancak bu durum ‘‘dondurulmuş bir çatışma alanı’’ idi. Nitekim İsrail bu süreçte Hizbullah’ın karşısında yaşadığı güçsüzlüğü unutmadı ve buna dair büyük ihtimal ile MOSSAD başta olmak üzere İsrail’in istihbaratı ve askeri faaliyetleri arka planda yoğunlaştı. Elbette bu süreçte Hizbullah da gelişimine devam etti yaklaşık 100-150 bin civarı füze ve askeri mühimmata sahip olduğu biliniyor.

Son noktada ise bugün gelinen sürece baktığımızda Hizbullah ile İsrail arasında özellikle geçtiğimiz aylarda Fuad Şükür suikastı akabinde gerilim yükseldi. Karşılıklı misilleme süreci başlarken İsrail aynı zamanda Hizbullah’ın hava saldırılarını ‘‘Demir Kubbe’’ aracılığı ile durdurdu. Hatta sadece Demir Kubbe ile değil aynı zamanda ön alıcı yaklaşım ekseninde de Hizbullah’ın rampalarının hedef alındığı açılandı. Bu açıdan karşılıklı misillemeler ile başlayan bir askeri saldırı süreci söz konusudur. Ancak savaşın yayılması ya da sınırlılığı konusunda en önemli konu, şüphesiz Gazze’de yaşananların uluslararası alanda arka planda bırakılıp yeni bir cephe olarak Lübnan’ın gösterilmesidir. Bu durum bölgesel bir savaş tehdidi noktasını İran’ın takip edeceği adımlar ekseninde yaratabilir. Ancak burada belki düşünülmesi gereken konu Hizbullah’ın içinde ve İran’da suikasta uğrayan üst düzey isimlerin yarattığı etki boşluğu ve psikolojik paranoyaya varan güven sorunu olabilir.

Nitekim ahtapot doktrini ekseninde İsrail’in İran’a karşı takip ettiği politikalar açık. Suikastların belirli aralıklarla yaşanması da bunun göstergesi. Ancak en son gelinen noktada sadece İran’daki önemli askeri, bilim ve devlet adamları değil aynı zamanda İran destekli Hizbullah, Hamas gibi vektör aktörlerin de önemli isimlerinin hedef alınması 2006 sonrasında İsrail’in istihbarat ağını bu aktörler içinde ince ince dokuduğu gerçeğini de düşündürmeli. Bu açıdan istihbaratı açıklar bölgesel savaşlar konusunda lidersiz kalan yapılar için nasıl bir risk ve avantaj yaratır o tartışılmalı. Çünkü lidersiz kalan yapıların aynı zamanda emir komuta zincirinin yanı sıra “ajan kim” paranoyası yaşaması da muhtemel olacaktır. Bu durumda saldırılar ve savaşın gidişatı hangi alanda ilerler o konu gri bir alan teşkil edebilir.

Soru 2: İran’ın da desteğiyle askeri kapasitesini geliştiren Hizbullah, kara harekâtlarında İsrail’e kayıplar verdirebilecek potansiyele sahip olduğu değerlendirilse de İsrail’e kıyasla düzenli bir hava gücüne sahip değil. Son günlerde İsrail’in gerçekleştirdiği teknolojik saldırılar ve Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın öldürülmesi Hizbullah’ın bu tür çatışmalarda zayıf kaldığını gösteriyor. İsrail istihbaratının çalışmaları da öne çıkıyor. Bu noktada İsrail, bölgede istihbarat ve güvenlik stratejisi ekseninde ilerliyor diyebilir miyiz?

Bu sorunun yanıtı İsrail’in Dahiye’de 700 bine yakın sivili hedef alması ile açıklanmalı. Çünkü insanlar tıpkı Gazze’deki gibi evlerini, yaşadıkları hayatlarını sürdükleri şehirlerini terk etmek zorunda ve İsrail bunu gerçekleştirirken aynı zamanda siviller, çocuklar, kadınlar ve bebekler hedef alınmaktadır.

Savaşların belli bir hukuku ve ahlakı olmalıdır. Bu durum sadece II. Dünya Savaşı’nda değil, haklı savaş bağlamında da yüzyıllardır sorgulanan bir gerçeklik. Öyle ki, siviller asla savaşın unsuru olmamalıdır. Ancak İsrail bu durumu sadece uluslararası kurum ve hukukun yarattığı normlara karşı gelerek değil, aynı zamanda teolojik anlamda kendi haklılaştırma adına çarpık bir yaklaşım ile ilerletmektedir. Ne yazık ki II. Dünya Savaşı’nın farklı bir versiyonu karşımızdadır. Bu açıdan var olan savaş aktörler arası değil, daha çok bir aktörün sivilleri hedef alıp katletmesine dair ilerlemektedir.

Burada 17 Eylül’de sürecin “cebimizdeki bombalar” gerçekliğine dönmesi ile okunmalıdır. İsrail’in istihbaratı çalışmalarının bir yansıması aynı anda nerede ise 3000 Hizbullah üyesini çağrı cihazları ve telsizler aracılığı ile hedef almasıdır. Bu hibrit savaş alanında yeni bir alan yarattı. Artık farklı aktörlerin, farklı coğrafyalarda ilkel olarak düşünülen çağrı cihazları başta olmak üzere farklı araçlar ile kütlesel bir yaralama ve öldürme etkisi yaratması muhtemel hale geldi. Bu aşamada İran’ın tutumu görülmeli. Çünkü İran sürece dahil olmadığı gibi arka planda ılımlı denebilecek açıklamalar ile dikkat çekiyor. Kısacası ‘‘ahtapot doktrini’’ uygulayan İsrail karşısında İran daha önce İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan’ın yemin töreni akabinde hayatını kaybeden Hamas’ın siyasi ismi Haniye’nin suikastının yarattığı güven ve itibar açığı yaralarını saramadı. Bu bağlamda büyük istihbarat açıkları aynı zamanda söylemde kalan büyük açıklamalar İran’ın İsrail karşısında misillemeler konusunda gücünün de askeri olmayacağını gösterdi. Videolar üzerinden ilerleyen bu misilleme yaparız söylemlerimde kalması, yani tehdit süreci ise büyük ihtimal ile İsrail’in Hizbullah’a karşı yürüteceği operasyona cesaret vermiş olabilir.

Elbette son nokta ise hepimizin yakından takip ettiği gibi Hizbullah’ın lideri Hasan Nasrallah’ın öldürülmesi oldu. Bu durum Hizbullah gibi hiyerarşik bir yapılanma işleyişini benimseyen örgütün içinde büyük bir boşluk yarattı. Bilindiği gibi Nasrallah, 1992 yılından bu yana Hizbullah’ın en önemli ismi ve lideri idi. Dikkat edilir ise burada İsrail’in Hizbullah’ı hedef alma aşaması alt kademelerden başlayarak en üste kadar ulaştı ve hatta Nasrallah’ın öldürüldüğü İsrail tarafından açıklanırken bunun doğrulanması ise uzun bir süre aldı.

Dolayısı ile İsrail istihbaratı burada 2006 sonrası olduğunu düşündüğüm istihbaratı faaliyetlerine dikkatle ilerletmiş denebilir. Bu açıdan Hamas’ın aksine İsrail Hizbullah’ı hedef alırken doğrudan hava saldırıların yanı sıra üst düzey komutaların hepsini hedef alma ve güç boşluğu yaratma adına bir rota izledi. Keza alt kademelerde 3000’e yakın kişinin hedef aldığı nokta ise hedef kitlenin göz ve elleri başta olmak üzere uzuv kayıpları ve ölümler ile alt kademeler de etkisizleştirildi.

Teknolojik alanda bunu yorumladığımızda ise en temel konu istihbaratın kullanımı ve bunun sonuçları olacaktır. Bunun en önemi nedeni İsrail’in bu faaliyetleri karşısında Hizbullah’ın sahip olduğu füzelerin etki alanlarının yaratacağı gücün sorgulanması bir yana güçsüz gösterilen bir yapı olarak psikolojik üstünlüğün İsrail’e geçmesidir.

Son olarak şunu da ekleyelim Hizbullah karşısında dikkatli adımlar ile üst kademeleri hedef alan İsrail, İran ekseninde büyük bir karmaşa yarattı. Özelikle bu durum, ahtapot doktrinin ulaşmak istediği nokta olarak da düşünülmeli. Hemen hatırlayalım Nasrallah’ın ölümü akabinde   İran’ın Dini Lideri Ayetullah Ali Hamaney’in ülke içinde yüksek güvenlikli bir yere nakledildi haberleri geldi. Peki ama neden? Hemen akıllara İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin helikopter kazası gelmeli. İran zaten üst düzey isimlerin yakın zamanda arka arkaya hayatını kaybettiği bir istihbarat ve güvenlik açığı süreci yaşamakta. Bu açıdan Hamaney’in güvenli alana sahip bir yerde kendini korumaya alması anlam kazanıyor. Akıllara gelmesi gereken bir konu belki komplo gelebilir ancak biz olasılıklar üzerinden konuşuyoruz. O nedenle İran’da 1979 Devrimi’nin tersi olabilir mi? Ülkede var olan yapı ekonomik kriz ve kadın hakları başta olmak üzere pek çok yeni talebin yer aldığı bir reel politik karşımıza çıkarmakta. Bu durumda İsrail’in Orta Doğu’da öteki olarak gördüğü ve varoluşsal savaşını sürdürdüğü İran’ın karşı bir devrim ile Şii Jeopolitiği’nden ayrılması ya da o eksenin yok olacağı bir yeni rejim gelmesinin sonuçları da düşünülmeli. Bu konuyu Hamaney’in açıklamaları ile de düşünmeliyiz. Neticede İsrail’e karşı, şahin söylemlerden ziyade Ayetullah Hamaney yaptığı açıklamada bölgenin kaderini Hizbullah’ın öncülüğünde direniş güçleri belirleyecek dedi. Kısacası bölgede İsrail büyük bir istihbarat çatlağı yarattı ve bunun kısa sürede tamiri nasıl olacak belli değil.

Soru 3: Netanyahu her ne kadar ‘‘Savaşımız Lübnan halkıyla değil, Hizbullah ile’’ dese de sivil yerleşim yerleri vuruluyor, şehirler yok ediliyor ve Lübnan’ın güneyinden bir göç dalgası başladı. Sizce savaşın Lübnan’a kayması, Doğu Akdeniz’e doğru bir sığınmacı dalgasına neden olabilir mi?

Netanyahu’un bu söylemi elbette gerçekçi değil. İsrail’in Lübnan saldırısı öncesinde açıklamalarda Lübnan’ın Litani Nehri’ne kadar olan bölgesinin İsrail sınırları olduğunda dair açıklamaları peş peşe geldi. İsrail yeniden kendi teolojik temellerine odaklı bir yayılımı başlattı yani. Buradaki en temel konu Gazze ile benzerliklerini görmek çünkü İsrail yine sivilleri hedef alan, şehirleri ve tarihi yok eden yaklaşımını uygulamakta. Hemen hatırlayalım ilk aşamada İsrail “Hizbullah’ı hedef aldık teröristler etkisiz hale getirildi” gibi paylaşımlar ve açıklamalar yaptı; bölgede bulunan halka evlerine terk etmeleri söylendi ve hatta broşürler dağıtıldı ama yine siviller hedef alındı. Ne kadar ilginç. Bir yıl önce biz bu senaryoyu Gazze’de gördük ve İsrail hala Gazze’ye saldırılarını sürdürmekte. Durmadı ve durdurmayacak da çünkü konu sadece ‘‘Selahattin Koridoru’’ ya da Netzarim değil; teolojik temelli bir yayılımın gerçekleştirilmesi. Bu açıdan İsrail’in durmadığı ve sivillerin katledildiği bir süreç ne yazık ki dur denmedikçe devam edecek. Çünkü İsrail’in sınırları ya da duracağı bir nokta bu konuda yok.

Soru 4: İran, Lübnan ve Filistin halkının yanında olduğunu belirtirken, Lübnan Dışişleri Bakanı ‘‘kurtuluşumuzun anahtarı Amerika’dır’’ diyerek ABD’den yardım talep etti. Biden ise gerilimi azaltmak için çalıştıklarını ifade etse de ABD tarafından henüz konu ile ilgili somut bir adım atılmadı. ABD’nin bu saldırıları sonlandırması mümkün mü?

Lübnan Dışişleri Bakanı’nın yaklaşımı düşünüldüğünde ABD sürecin başından bu yana İsrail’e verdiği açık destek ile zaten çatışmaların yayılmasında en temel aktör konumunda olmuştur. Gerek İsrail’e verdiği askeri, mali destek gerekse de ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın ‘‘Bir Yahudi olarak da buradayım.’’ ifadesi unutulmamalıdır. Var olan zihin dünyasının Siyonizm’e Yahudilik odaklı yaklaşımı günün sonunda sivillerin hayatını kaybettiği bir coğrafyada gözlerin kör olduğu gerçeğini akıllardan çıkarmamalıdır. Yaklaşık bir yıldır ABD’nin Gazze’de ateşkesin sağlanmasında geldiği nokta ortadadır. ABD Başkanı Biden’in ateşkes yaklaşımını ortaya koyması ve bunu 3 aşamalı ateşkes teklifine odaklı olarak Birleşmiş Milletler Genel Kurulu (BMGK)’na sunması üzerinden bu yana neredeyse 5 ay geçti ve hala süreç sonuçsuz.  Bu açıdan ben konunun özellikle ABD seçimleri odaklı düşündüğümüzde maalesef ki yakın bir zamanda sivillerin korunması odağında çözülmeyeceğini düşünmekteyim. Kırk binin üzerinde hayatını kaybeden sivil ve yok olan bir şehir ve tarih var. Maalesef gerek ABD gerek İsrail bize süreçte hayatını kaybeden insanları normalleştirme çabasında. Yeni çatışma alanları yaratmak suretiyle bunu bölgesel olarak yaymakta insanların hayatları sanki hiç yokmuşçasına devam etmekteler. Başta da belirttim İsrail zaten bölge halkına “insancıl” bir bakış ile yaklaşmıyor ve bunu da açıkça belirtiyor.

Keza yine Adalet Divanı’nda devam eden davaya bakalım İsrail sanki sorumluluk kendisinde değil yaklaşımında. Bir diğer uluslararası ceza icrası noktasında davaya bakalım Uluslararası Ceza Mahkemesi kararlarına kadar karışılıyor. Sırf İsrail ve Netenyahu’nun savaş kabinesi korunsun diye. Bu durumda bizim güvenliğimizi sağlayacak uluslararası sistemde barış ve istikrar tesis edecek bu kişiler ya da kurumlar neler, güven nerede? Her anlamda uluslararası kurumların ve normların sorgulandığı bir süreç yaratıldı. Uluslararası sistemde anarşiden bahsedilir ancak bu durum egemen eşit devletler sisteminin bir tezahürü olarak üstün bir otorite olmaması iken bugün bazı devletlerin bu sistemde daha “eşit” olduğu ya da koruma alanlarının olduğu görülmekte.

Soru 5: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan BM 79. Genel Kurul Toplantısı’nda Türkiye’nin etrafındaki çatışmaları ifade etmek amacı ile ‘‘Buradaki dostlarımın çoğunun ekranlarda seyrettiği krizleri biz anbean yaşıyor ve yönetmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla bugün sizlere gerilimlerin uzağında değil, tam kalbinde yer alan bir ülkenin lideri olarak sesleniyorum.’’ ifadelerine yer verdi. Doğu-Batı arasında bir köprü görevi gören ve İsrail’e karşı tepkisini ilk günden bu yana dile getirmekten çekinmeyen Türkiye, İsrail-Lübnan çatışmasında arabuluculuk ya da diplomatik bir çözüm sürecinde aktif bir rol üstlenebilir mi? Sizce Türkiye’nin bu konuda nasıl bir etkisi olabilir?

Bilindiği gibi BM 79. Genel Kurul’un ana teması kimseyi geride bırakamam üzerine kurulu idi ve “Uluslararası Barış ve Güvenlik” vurgusu ile başladı. Ama daha ilk aşamada BM’nin var oluş nedeninin aksine takip ettiği politikaların bir tezahürü olduğu görülmeli. Çünkü BM ana temasının aksine Gazze’de, Sudan’da ve daha birçok yerde insanları yalnız bırakmış durumda. Kısacası dünya barışı sağlaması gereken bir uluslararası örgüt olarak II. Dünya Savaşı akabinde kurulan BM tıpkı II. Dünya Savaşı sürecinde irrendatist ülkeler karşısında güçsüz kalan MC konumundadır. Bu açıdan BM’nin varlığını sorgulama ve işlevsel olarak yeniden kendini güncellemesi gereklidir.

Öte yandan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu konuşması da tıpkı on yıl önce dile getirilen “Dünya Beşten Büyüktür” sloganı kadar önemli bir gerçeklik ortaya koymuştur. Bunun nedeni özellikle Orta Doğu coğrafyasında aralıksız devam eden çatışma alanlarının artması ve özellikle İsrail’in sivilleri hedef alan politikaları karşısında sessiz kalan bir BM eleştirisi önemli idi. Türkiye bu süreçte vicdanlı ve uluslararası hukuka saygılı, egemen eşit yaklaşımı koruyan bir tutum ile dış politikasını sürdürme eğilimini dile getirmiş önemli bir bölgesel aktördür. Bu noktada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasında da bu yansımaları gördük. Şüphesiz en önemli konu “gerilimlerin ortasında” bir Türkiye gerçeğidir. Bu açıdan Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada en önemli sorumluluğu istikrar ve huzurun sağlamasında takip ettiği diplomasi girişimleri ile kendini göstermektedir. Bunun en önemli yansımaları Filistin ile ilgili olarak takip edilen politikalardadır. Filistin’in bir devlet olarak tanınması ve uluslararası alanda onu tanıyan ülkelerin sayısının artması önemlidir. Ne kadar ilginçtir ki 143 civarında ülke bugün Filistin’i tanırken belli ülkeler tanımadığı için devlet yapısı sanki yok sayılmaktadır. Bu durum uluslararası sistemin egemen eşit ve adil yaklaşımları üzerinde büyük bir hayal kırıklığı yaratmaktadır.

Ancak dediğim gibi Türkiye, Gazze konusunda da bölgede önemli bir diplomasi yürütücüsü konumdadır. Türkiye sürecin başından bu yana bölgede çatışmanın sonlandırılması adına diplomasi faaliyetlerinin yanı sıra bölge ülkeleri ile de ilişkilerini güçlendirme adına çalışmaktadır. Özellikle bölgede İsrail’in yarattığı kaos ortamı nedeni ile savaşın artık kaçınılmaz olduğu algıları noktasında bölge ülkelerinin de politikaları değişmekte ve Türkiye ile ilişkilerine ağırlık verdikleri görülmektedir. En önemli örnek şüphesiz Mısır ve Türkiye arasındaki ilişkilerin yeniden normalleşmesine dair atılan adımlardır. Mısır’ın, Gazze konusunda yaşadıklarında İsrail tehdidi kendini özellikle Selahattin koridoru ve Ben Gorion Kanalı ekseninde göstermiştir denebilir. Bu nedenle de Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesi İsrail karşısında bir ittifakın da önünü açabilir.

Keza Lübnan meselesine de Türkiye, tıpkı Gazze de olduğu gibi insan hakları ekseninde yaklaşmaktadır. İsrail’in durdurulması gerektiğini gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan gerekse Dış İşleri Bakanı Hakan Fidan her platformda dile getirmektedir. Bunun nedeni ise Türkiye’nin bu süreci daha ilk aşamada bölgesel bir savaşa evrileceğini görmesi olmuştur. Bu nedenle de mutlak suretle bölgesel bir savaşın engellenmesi adına açıklamalar ve politik girişimler söz konusudur.

İsrail’in takip ettiği teolojik temelli “Vaat edilmiş topraklar” yaklaşımının sivilleri hedef alması 21. yüzyıl dünyası içinde rasyonalite ekseninde sorgulanmayacak bir sorundur. Burada 40 bin üzerinde sivil Gazze’de hayatını kaybederken Lübnan maalesef ki yeni bir çatışma alanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Yine siviller hedef alınmaktadır. Olması gereken bu II. Dünya Savaşı dönemi politikalarının sonlandırılması adına küresel olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dediği gibi küresel bir şekilde tüm aktörler ile ortak bir karar ekseninde İsrail’e yaptırım konusunda birleşmesidir. Bunun için gerekli görülmesi durumunda bölgesel ya da küresel garantör ülkeler ile süreç korunmalıdır. Burada da Türkiye gerek Gazze gerek ise genel anlamı ile Filistin konusunda süreç içinde konumu ve açıklamaları ile yer alması gereken en önemli aktör olması yanı sıra Lübnan bağlamında da arabulucu olacak konumdadır.

 

 

 

 

 

Uluslararası Diplomatik İlişkiler Akademik Araştırmalar ve Eğitim Derneği

Hakkımızda

Uluslararası Diplomatik İlişkiler Akademik Araştırmalar ve Eğitim Derneği, diplomasi ve uluslararası ilişkiler alanında derinlemesine bilgi edinmek, sosyal bilimlerin çeşitli alanlarında araştırmalar yapmak, bilgiyi işlevsel hale getirerek akademik yayınlar yapmak, seminer, konferans ve eğitim faaliyetleri düzenlemek amacıyla kurulmuş bir sivil toplum kuruluşudur.

This Pop-up Is Included in the Theme
Best Choice for Creatives
Purchase Now