Yazar: Lütfiye İrem ÖZGERİŞ
Londra Zirvesi, Ukrayna’ya yönelik uluslararası desteğin güçlendirilmesi, Avrupa güvenliğinin pekiştirilmesi ve Rusya’ya uygulanan yaptırımların daha da sıkılaştırılması amacıyla düzenlenen önemli bir diplomatik platform olmuştur. İngiltere’nin ev sahipliğinde gerçekleşen bu zirve, Avrupa Birliği (AB) üyesi devletler, NATO müttefikleri ve diğer stratejik ortakları bir araya getirerek, Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne yönelik sarsılmaz desteği ve askeri-ekonomik yardımların devamlılığı konusunda mutabakat sağladı.
Türkiye, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan aracılığıyla zirveye iştirak ederek, Ukrayna’nın bağımsızlığına olan bağlılığını yineledi ve krizin diplomatik yollarla çözülmesi çağrısında bulundu. Ancak Türkiye’nin bu zirvedeki pozisyonu, özellikle Rusya ile sürdürdüğü diyalog ve arabuluculuk çabaları nedeniyle, Batı ile ilişkilerinde ve AB üyelik sürecinde farklı yorumlara yol açtı. Türkiye’nin, Karadeniz’deki jeopolitik konumu ve enerji güvenliği alanındaki rolü, zirvede özellikle vurgulanan konulardan biriydi.
Türkiye’nin, Montrö Sözleşmesi’nin uygulanmasındaki titizliği ve tahıl koridoru anlaşmasındaki arabuluculuk çabaları, küresel gıda güvenliği açısından hayati öneme sahip olduğu için takdirle karşılandı. Ancak, Türkiye’nin Rusya’ya yönelik yaptırımlara katılmaması ve S-400 hava savunma sistemi gibi konular, Batı ile ilişkilerinde zaman zaman gerginliklere neden olabiliyor. Bu bağlamda, Türkiye’nin Londra Zirvesi’ndeki rolü, ülkenin çok yönlü dış politika stratejisinin bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Türkiye hem Batı ile ilişkilerini sürdürmek hem de Rusya ile olan diyalog kanallarını açık tutmak suretiyle, bölgesel ve küresel istikrara katkıda bulunmayı amaçlamaktadır. Ancak, bu dengeyi korumak, Türkiye’nin AB üyelik süreci ve Batı ile ilişkilerinin geleceği açısından önemli bir sınav olacaktır.
Londra Zirvesi, Ukrayna konulu olup, Avrupa ülkelerinin Ukrayna’ya askeri ve ekonomik destek sağlamaya devam etmeleri, Rusya’ya yönelik yaptırımları artırmaları ve Ukrayna’nın gelecekteki güvenliğini sağlamaları amacıyla düzenlenen liderler arasında gerçekleştirilmiştir. Fakat bu zirveye Türkiye’den Cumhurbaşkanı Erdoğan katılmamıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katılmaması ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın katılım sağlamasının nedeni Türkiye’nin dış politikadaki esnek ve çok yönlü tutumunun bir göstergesi olarak yorumlanabilir. Bu adım, Türkiye’nin hem Rusya hem ABD hem de Ukrayna’ya karşı eşit mesafede durma stratejisinin bir kanıtıdır. Türkiye, NATO üyesi olmasına rağmen Rusya ile ekonomik ve diplomatik ilişkilerini sürdürürken, aynı zamanda Batı ile de stratejik bağlarını güçlendirmeye çalışmaktadır. Hakan Fidan’ın zirveye katılması, bu dengeyi koruma çabasının bir parçası olarak, Türkiye’nin hem Batı dünyasıyla hem de bölgesel aktörlerle etkili bir iletişim kurma isteğini pekiştirmektedir. Bu durum, Türkiye’nin dış politikada daha bağımsız ve çok yönlü bir strateji izlediğini ve küresel çapta daha güçlü bir rol oynamayı hedeflediğini ortaya koymaktadır.
Türkiye, söz konusu zirvede hem NATO üyesi statüsüyle Batı ittifakı nezdinde, hem de Karadeniz bölgesindeki stratejik konumuyla kritik bir aktör olarak öne çıkmıştır. Buna ek olarak, Türkiye’nin Ukrayna ve Rusya arasındaki ihtilafta izlediği tarafsız politika, Batı ile ilişkilerinde stratejik bir öneme sahiptir.
Türkiye’nin AB ile ilişkileri, yıllar içinde belirli dönemlerde ivme kazanan ancak çeşitli siyasi ve ekonomik engeller nedeniyle durağanlaşan bir süreç olarak analiz edilmektedir. Ancak küresel ve bölgesel politikalarda yaşanan değişimler her iki tarafta da yeni değerlendirmeleri gündeme getirmekte ve Türkiye’nin Londra Zirvesi sırasında AB’ye tam üyelik amacını tazeleyerek ifade etmesi, bölgesel ve küresel konjonktürde anlamlı bir girişim olarak algılanmaktadır. Çalışma boyunca Londra Zirvesi’nin Türkiye-AB ilişkilerindeki rolü ve Türkiye-AB uzlaşma sürecine ilişkin konular ele alınacaktır.
Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler, 1963 Ankara Anlaşması ile kurulan yapısal çerçeve ile başlamış ve 1999’da Türkiye’nin resmi adaylık statüsü kazanmasıyla önemli bir aşama kaydetmiştir[1]. Ancak, 2005’te başlatılan müzakere süreci, siyasi engeller ve ideolojik farklılıklar nedeniyle kesintilere uğramış, özellikle 2016’dan sonra belirgin bir durağanlık dönemi yaşanmıştır[2]. Buna rağmen, değişen jeopolitik ortam, ekonomik karşılıklı bağımlılık ve yenilenen diplomatik çabalar, ilişkilerin yeniden hareketlenme potansiyelini göstermektedir. Bu çerçevede, Londra Zirvesi, Türkiye-AB ilişkilerinin yeniden değerlendirilmesi için önemli bir fırsat sunmaktadır.
Londra Zirvesi esnasında Türkiye, Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne olan kararlılığını vurgulamış ve bölgesel çekişmelerde arabuluculuk rolünü yeniden üstlenme isteğini beyan etmiştir. Zirve’deki kararlar, Türkiye’nin NATO üyesi olarak Batı ittifakının bir parçası olmasıyla beraber, Rusya ile sürdürdüğü dengeli ilişkiler sayesinde kendine özgü bir jeopolitik tutum elde etmiştir.
2025 Londra Zirvesi’nde Ukrayna’ya verdiği destek mesajları, Türkiye ile Batı arasındaki ilişkilerini pekiştirme ve kendini ispatlama fırsatı bulmuştur. Bu durum, Türkiye’nin küresel diplomasi sahnesindeki konumunu güçlendirme olasılığını ortaya koymaktadır. Ukrayna, Türkiye’nin savunma sanayisi ürünleri için kritik bir pazar olmaya devam etmektedir. Bayraktar TB2 ve Akıncı İHA sistemlerinin Ukrayna askeri güçleri tarafından başarılı bir şekilde kullanılması, Türkiye’nin bu alandaki ihracat potansiyelini açıkça kanıtlamaktadır. Türkiye, savunma teknolojileri alanındaki iş birliğini geliştirerek hem ekonomik getirilerini optimize edebilir hem de stratejik ortaklıklarını kuvvetlendirebilir[3]. Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin sağladığı yetkiler çerçevesinde Türkiye, Karadeniz’deki deniz ulaşımının düzenlenmesinde kritik bir role sahiptir. Ukrayna-Rusya çatışması bağlamında, Karadeniz ticaret rotalarının güvenliği stratejik bir önem arz etmektedir. Türkiye, Tahıl Koridoru anlaşmaları aracılığıyla deniz ticaretinin sürekliliğini temin ederek, hem küresel gıda güvenliğine katkıda bulunmakta hem de Karadeniz’deki jeopolitik etkisini pekiştirmektedir[4]. Zirvede alınan kararlar incelendiğinde, Türkiye’nin özellikle bu üç stratejik alanda kayda değer kazanımlar elde etme perspektifini sunmaktadır.
Türkiye, Avrupa Birliği ile mevcut Gümrük Birliği anlaşmasının güncellenmesi ve Avrupa pazarına entegrasyonunun artırılması hedefiyle hareket etmektedir. Avrupa Birliği’nin Türkiye için en önemli ticaret partneri olduğu gerçeği göz önüne alındığında, ekonomik iş birliğinin artırılması her iki taraf için de olumlu sonuçlar doğuracaktır. Özellikle Rusya-Ukrayna arasındaki savaşın bölgesel ve küresel ekonomiye etkileri düşünüldüğünde, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ekonomik bağlarını güçlendirmesi, istikrar ve güvenlik açısından kritik bir öneme sahiptir. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılımı, uzun yıllardır süregelen bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’nin son dönemdeki Avrupa Birliği ile yeniden entegrasyon girişimleri, kısa vadede tam üyelik amacı taşımaktan ziyade, ilişkilerin yeniden tesis edilmesi ve mevcut iş birliklerinin geliştirilmesi amacını gütmektedir. Zirvede yalnızca Ukrayna krizi değil, aynı zamanda Avrupa’nın güvenliği de ele alınmıştır. Rusya-Ukrayna Savaşı, Doğu Avrupa’da bölgesel istikrarsızlığı derinleştirmiş ve Batı ile Rusya arasındaki jeopolitik gerilimi en üst seviyeye taşımıştır.
Avrupa’da Artan Güvenlik Kaygısı
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, 5 Mart Çarşamba akşamı kamuoyuna yaptığı konuşmada, ABD ve Rusya arasındaki muhtemel yakınlaşmanın Avrupa ve Ukrayna’nın çıkarlarına aykırı sonuçlar doğurabileceğini ifade ederek, ‘‘reformlara, demokratik süreçlere ve kararlılığa’’ gereksinim olduğunu belirtti ve Avrupalı müttefiklerinin savunması için nükleer caydırıcılık araçlarını devreye sokabileceğini açıklamıştır[5].
Macron, Avrupa’nın güvenliğini Rusya’nın tehdit ettiğini ileri sürerek, Rusya’yı sert bir şekilde kınamış, Batı’nın birliğini ve Ukrayna’ya verdiği desteği sürdürme çağrısında bulunmuştur. Macron’un açıklamaları, Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik askeri müdahalesi ve Avrupa’daki güvenlik kaygısını ileri seviyeye taşıyan ABD Başkanı Donald Trump’ın açıklamalarına karşı önemli bir duruş sergilemiştir. NATO’nun doğuya doğru genişlemesinin gündeme gelmesi ve Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesi, Macron’un Avrupa’nın savunma politikalarını ve diplomatik stratejilerini şekillendiren ana unsurlar arasında yer almaktadır. Rusya ise bu uyarılara karşı sert bir tutum sergileyerek, Batı’nın Ukrayna’ya desteğini ‘‘provokasyon’’ olarak değerlendiriyor ve NATO’nun genişlemesini ulusal güvenlik açısından büyük bir tehdit olarak görmektedir. Kremlin, Batı’nın uyguladığı yaptırımları ve stratejik baskıları kabul etmeyerek, bu tehditlere karşı güçlü bir karşılık vereceğini belirtmiştir. Rusya, Avrupa’daki askeri ve siyasi stratejilerini daha da sertleştirerek Batı’nın karşı hamlelerine yanıt vermeyi sürdüreceğini ifade etmiştir[6].
Sonuç
Türkiye, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını desteklerken, aynı zamanda Rusya ile de ilişkilerini bozmadan denge politikası izlemektedir. Ukrayna’ya askeri destek ve insani yardımlar sağlarken, Rusya ile enerji, ticaret ve bölgesel iş birliklerine dair ilişkilerde temkinli davranmaktadır. Türkiye, NATO’nun bir üyesi olarak Batı’nın savunma politikalarıyla uyumlu hareket ederken, aynı zamanda Rusya ile diplomatik ve ekonomik bağları koparmamaya çalışmaktadır. Macron’un ulusa seslenişi, Avrupa’nın Ukrayna’ya karşı sergilediği birlik ve dayanışma mesajını güçlendirirken, aynı zamanda kıtanın karşı karşıya olduğu güvenlik tehditlerine dikkat çekmiştir. Bu bağlamda, Londra Zirvesi’ne Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Hakan Fidan aracılığıyla katılımı, Türkiye’nin Avrupa’nın güvenliğine verdiği önemi ve krizin çözümüne yönelik aktif rolü ortaya koymaktadır.
Zirvede, Türkiye’nin Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne verdiği destek ve arabuluculuk çabaları, Avrupa’nın güvenlik mimarisine katkı sağlama potansiyelini gözler önüne sermiştir. Bu durum, Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin geleceği ve Avrupa’nın güvenlik politikalarındaki rolü açısından önemli bir dönüm noktası olarak değerlendirilebilir. Bu yaklaşım, Türkiye’ye bölgesel güvenlik, ekonomik çıkarlar ve küresel diplomasi açısından önemli avantajlar sağlarken, aynı zamanda Avrupa Birliği ile ilişkilerini de yeniden canlandıracaktır. Krizin başından bu yana hem Rusya hem de Ukrayna ile diyalog kanallarını açık tutarak arabuluculuk çabalarını sürdüren Türkiye, tahıl koridoru anlaşması gibi kritik bir başarıya imza atmış ve küresel gıda krizinin önlenmesine önemli katkı sağlamıştır. Bu yaklaşım, Türkiye’nin bölgesel stratejilerini, ekonomik iş birliklerini, askeri kapasitesini ve coğrafi avantajlarını kullanarak AB ile ilişkilerini derinleştirebileceğini ve stratejik önemini artırabileceğini ortaya koymaktadır. Türkiye’nin bu tutumu, Türkiye’nin hem kendi ulusal çıkarlarını hem de AB ile olan ilişkilerini dengeleyerek hem bölgesel hem de küresel düzeyde daha etkin bir oyuncu olmasına olanak tanımıştır. Özellikle, Türkiye’nin NATO müttefiki olarak sergilediği bu tutum, AB’nin güvenlik politikalarına da önemli katkılar sunmaktadır.
Kaynakça
[1] Prof. Atila Eralp, ODTÜ Gelişme Dergisi, 31 Haziran, 2004, syf:6
[2] T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 3968 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 2751, syf:122
[3] https://www.aa.com.tr/tr/gundem/savunmadaki-yetenekler-turkiye-ve-ukraynayi-yakinlastiracak/3490322 , https://www.defenceturk.net/ukraynada-bayraktar-tb2-siha-uretimi-anlasma-imzalandi
[4] https://yillik.kizilayakademi.org.tr/tahil-koridoru-ve-onemi/
[5] https://firatnews.com/dunya/macron-un-uyarilari-ve-rusya-nin-tepkileri-neler-oluyor-209987
[6] https://www.dw.com/tr/moskovadan-macrona-n%C3%BCkleer-savunma-tepkisi/a-71848324
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve UDİAD’ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.