Giriş
1914’te I. Dünya Savaşı Avusturya-Macaristan Veliahdına düzenlenen bir suikastla patlak verdiğinde küresel siyasal sistemi domine eden Avrupalı büyük güçler kıta geneline ve ötesine yayılan bu savaşın kısa sürede sona ereceğine o kadar inanmışlardı ki birkaç hafta içerisinde savaşın noktalanacağını dile getirmeye bile başlamışlardı. Onları bu kanıya götüren ise bir önceki büyük savaşın-yani 1870 Fransa-Prusya savaşının-haftalar içinde kesin bir zaferle sonuçlanmasıydı.
Tıpkı bu tarihsel olay gibi 24 Şubat 2022’de Rusya’nın “Özel Askerî Operasyon” adıyla başlattığı Ukrayna saldırısı hakkında birçok uzman ve siyaset bilimci bir hafta içerisinde Kiev’in ele geçirilerek Ukrayna’nın teslim alınacağı “küçük çaplı bir savaş” değerlendirmesinde bulunarak çatışmaya/savaşa pek de uzun bir ömür biçmemişlerdi. Cephede gittikçe kızışan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in “nükleer silah” kartını çok erken masaya koymasıyla NATO müttefiklerini endişeye sevk eden ancak “vekil aktör” stratejisi ile devamını yeğledikleri Avrupa’nın çeperindeki savaş ateşi karşılıklı artan ve azalan hamlelerle tam 2 yıl sürmüş ve günümüze kadar gelmiştir. Ukrayna’nın “Kursk” saldırısıyla saha dengeleri hakkında tahminde bulunmanın ne kadar zor ve maharet gerektiren bir durum olduğu tekrar gözler önüne serilmekle birlikte her iki taraf için de (ama en çok Ukrayna için) dayanabilirlik sınırları tüm açılardan (insan kaynağı, psikolojik, lojistik, mühimmat vb.) giderek daralmaya başlıyor. Öte yandan Ortadoğu’da İsrail’in liberal ve norm bazlı uluslararası düzeni tüm değer ve prensipleriyle ayak altına alıp çiğnediği “Gazze/Hamas saldırısı (Demir Kılıçlar Operasyonu)” tarihte eşi görülmemiş bir barbarlık, soykırım ve katliam örneği sergileyerek devam ediyor. Güney Kafkasya’da sönümlenen savaş ve ardından inşa edilen kırılgan barış birtakım Batılı aktörlerin (ABD, Fransa vb.) yanında bölgesel aktörlerin de (İran, Hindistan gibi) kışkırtmalarıyla baltalanmaya çalışılıyor, Azerbaycan-Ermenistan sınırında yine tacizler ve düşük yoğunluklu çatışmalar yaşanıyor. Aşırı sağın pençesine düşen Avrupa; nereye gideceği kestirilemeyen acemi bir kaptanın dümenini tuttuğu rotasız bir gemi misali oradan oraya savrulan bir görünüm vererek ortak dış ve güvenlik politikasında hala müşterek bir perspektif yerine ABD’ye olan muhtaçlığını yenememiş aciz bir tablo çiziyor. Doğu Akdeniz’deki enerji politikaları temelinde ilerleyen karşılıklı meydan okumalar dinmiş değil. Afrika’daki çatışmalar ve sıcak savaş riski artarken “Kara Kıta”da Batı hegemonyası Rusya, Çin ve Türkiye gibi alternatif küresel norm üreticileri tarafından her geçen gün aşındırılıyor. Asya-Pasifik bölgesinde “Tayvan” eksenli Çin-ABD rekabeti yanında “Ukrayna Savaşı” merkezli NATO-Rusya çatışması her an nükleer silahların kullanma ihtimalini de içeren sıcak savaş riski taşıyor.
Ortadoğu’da Gazze ve Batı Şeria’nın ardından Lübnan’a da sıçrayan ve dozu giderek artan İsrail saldırganlığı ve azgınlığı yanında İran-İsrail gerilimini merkeze ve Hamas, Hizbullah, Husîler gibi devlet-dışı aktörleri yedeğine alan bölgesel bir Ortadoğu Savaşı’nın kapıda olduğu herkesçe dillendiriliyor. Uluslararası sistem hiç olmadığı kadar diken üstündeyken ABD’nin bütün enerjisini odakladığı “Başkanlık Seçimleri” her an yeni ve büyük bir dünya savaşını doğuracak çatışma risklerine gebe bu “küresel belirsizlik çağında” acaba neyi ifade ediyor? Ya da Batı-sonrası düzene hazırlanan liberal sistemin bütün değerlerini tüketmiş bir dünya için seçilecek yeni Başkan; Amerikan halkına ve uluslararası kamuoyuna “güven”, “düzen”, “hukuk” ve “insan hakları” gibi idealist kavramlara dair bir umut vadediyor mu?
“Düzen”, “Temsil”, “Hukuk” ya da “Düzensizlik” “Belirsizlik” ve “Hukuksuzluk”
2005’te Telafer (Irak) ABD tarafından bombalanırken akademisyen Prof. Dr. Sevin Toluner İstanbul’da emeklilik töreni nedeniyle hazırladığı konuşmasında ABD’nin bu müdahalesine gönderme yaparak; “Gençler, ömrüm boşa geçti, siz benim yaptığımı yapmayın. Uluslararası hukuk diye bir şey yok. Olmayan bir ana bilim dalına ömrümü adadım.” ifadelerini kullanmıştır. 2003 Irak işgalinin uluslararası toplumun gündemini meşgul ettiği o yıllardan bugüne gelip konjonktüre dair bir şeyler söylemeye çalıştığımızda ne yazık ki aradan geçen onca yıla rağmen pek bir şey değişmediğini, bu defa İsrail saldırganlığına ve hudutsuzluğuna karşı uluslararası hukukun işletilmediğini acı bir biçimde görmekteyiz. Uluslararası Adalet Divanı’nın (ICJ) çatışmaların derhal durması kararına rağmen savaş Beyrut (Lübnan) ve Şam (Suriye) ekseninde yayılarak genişleme eğilimi göstermektedir. Bütün dünyanın gözü önünde gerçekleşen bu katliam ve insanlık-dışı felâket karşısında BM Güvenlik Konseyi, daimî üye ABD’nin vetosu karşısında adeta kımıldayamamakta, bölgesel ve uluslararası örgütler kâğıt üzerinde kalan kınama ve telin mesajlarından öteye geçememekte kısaca genel bir eylemsizlik ve tepkisizlik atmosferinin hâkim olduğu uluslararası toplum II. Hitler vakasını sadece seyretmektedir.
Devletlerarası ilişkilerde bir yöntem olarak savaşı yasaklayan birçok temel düzenlemenin (BM Şartı, Viyana Belgesi vb. gibi) bugün hiçbir esamesi okunmazken, Soğuk savaş sonrası dönemde SSCB’nin yıkılmasıyla “egemen/hegemon güç (hegemonic power)” olarak beliren ABD’nin tıpkı 1990 sonrasında gerçekleştirdiği birçok müdahalesinde olduğu gibi (2001-Afganistan müdahalesi, 2003-Irak işgali) uluslararası hukuku ihlâl ederek mimarı olduğu norm bazlı liberal uluslararası düzenin altını oyması kendi hegemonyasını bizzat kendisinin eritmesini ve tartışmalı meşruiyetini yine kendi elleriyle yok etmesi anlamını taşımaktadır. ABD’nin şahsına ve Ortadoğu bölgesinde yer alan İsrail örneğinde olduğu gibi müttefiklerine biçtiği bu uluslararası hukuku ihlâl edebilme ayrıcalığı Batı ittifakının ve Amerikan tek-kutupluluğunun iki yüzlülüğünü ve çifte standardını tüm çıplaklığıyla bir kez daha bütün dünyanın bilgisine sunarken BM Zirvesinde soykırım gerçekleştiren İsrail Devleti başbakanı Netanyahu’nun konuşturulması dahi tüm bu açıklamalarımızı doğrulamakta ve aynı zamanda izaha muhtaç bir garabet ortaya çıkarmaktadır.
Afrika, Ortadoğu, Kafkasya ve Asya-Pasifik gibi dünyanın değişik bölgelerinde süregiden sınır çatışmaları, etnik milliyetçilik veya mezhep savaşları gibi yaygın şiddet ve savaş ortamından olumsuz şekilde etkilenen masum sivillerin ve hele Gazze’de soykırıma uğrayan Filistinlilerin ABD seçimleri sonucunda yeni seçilecek Başkan’ın dünyada ve bölgede adalet, güven veya hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir barış düzeni sağlayacağına dair umut ve inanç içinde olduklarını söylemek realist ve inandırıcı bir ifade olmaktan uzak olacaktır. Dünyadaki tüm sivillerin ve hatta uluslararası sistemin kendisinin ABD’nin “kural-koyucu” ve “düzen sağlayıcı” hegemon rolüne olan inanç ve güveni artık tükenmiş durumdadır. Küresel ölçekte düzen, güven ve adalet sağlayacak yeni bir sistemik dönüşüme yol alırken bu dönüşümü sonlandıracak en büyük adımın ise; a) Doğu Avrupa (Ukrayna), b) Ortadoğu (Gazze), c) Kafkasya (Azerbaycan-Ermenistan), d) Afrika (Etiyopya-Somali) veya e) Asya-Pasifik (Tayvan) gibi bölgesel çatışmalardan herhangi birinin kıvılcımı üzerinden yükselecek yeni (üçüncü) bir global savaşın oluşturacağını söylemek en azından retorik düzeyde mümkündür.
Küresel Belirsizlik Çağı, ABD Seçimleri ve Ortadoğu’nun Geleceği
“Güvenlik” ve “tehdit” kavramları üzerinde bizi yeniden düşünmeye sevk eden küresel ölçekteki gelişmeler Soğuk Savaş döneminin klasik savaş algısının ötesinde tehdit formlarını asimetrik ve çok-boyutlu bir hale getirmiş bu durum da giderek “kapsamlı bir güvenlik doktrininin/anlayışının (comprehensive security)” doğmasına yol açmıştır. 2008’de tüm dünyayı etkisi altına alan küresel finans krizi, 2019’da Çin’den bütün ülkelere yayılan “Covid-19 Pandemisi” ve Husi saldırıları nedeniyle güvenlik risklerine açık hala gelen Bab’ül Mendep Boğazından geçmek yerine uzak alternatif güzergâhları seçen çok-uluslu ticaret gemilerinin küresel ekonomi üzerindeki şokları gibi örnekler artık tehdidin nereden geleceğinin kısaca adresinin belli olmadığı bir “küresel belirsizlik çağında” yaşadığımızı göstermektedir. Az önce ifade ettiğimiz gibi tehditler ekonomik, finansal, teknolojik, tıbbi/sağlıkla ilgili vb. çok boyutlu bir nitelik kazanmıştır. Gelinen noktada küresel sistemdeki güvenlik tehditleri artık salt askeri boyut içerisinde değerlendirilememekte bazen hackerler aracılığıyla hedef ülkenin bilgi-işlem alt-yapısına yapılan sızmalar o ülkenin siyasi ve istihbari bilgilerinin ele geçirilmesiyle sonuçlanmaktadır. Bazen de siyasi ve diplomatik bir kriz bir süre sonra kırılgan ekonomiye sahip ülkelerde finansal/mali yapıyı felce uğratarak enflasyon veya resesyonla sonuçlanabilecek toplumsal ve/veya sosyo-ekonomik bir krizi tetikleyebilmektedir. Uluslararası sistemi meydana getiren devletlerin kimi zaman tek başına çözmekte zorlandıkları bu çok-boyutlu krizler ve güvenlik tehditleri dolaylı olarak uluslararası sistemin kendisini de tehdit etmeye başlamaktadır.
Böyle bir durumda kriz sürecini yöneterek çözüme yönelik adım atması gereken küresel sistemin lideri veya sistemi domine eden hegemon güç, kendisinden beklenen adımları attığı takdirde meşruiyetinin de yaygınlaşmasını ve genel-kabul görmesini sağlayacaktır. Ancak daha önce birçok örnekte görüldüğü gibi Covid-19 Pandemisinde de Çin’i suçlamaktan ve bahse konu ülkeye yüksek gümrük duvarları uygulamaktan başka bir maharet gösteremeyen ABD, küresel lidersizlik formunun ortaya çıkmasına yol açmıştır. “Çok-kutupluluk” giderek daha fazla oranda konuşulmaya başlanırken Rusya, Çin, Türkiye, Brezilya gibi sistemin sivrilen güçleri ya da bizzat bu ülkeler tarafından kurumsallaştırılan örgütler (BRICS, ŞİÖ, Türk Devletleri Teşkilâtı vb. gibi) küresel ölçekte alternatif güç merkezleri olarak ön plana çıkmaya başlamıştır. Sistemi tehdit eden uluslararası güvenlik problemleriyle mücadele etmeye matuf yeni bölgesel ve uluslararası örgütlerin çoğalmaya başlaması “Washington ittifakı” ile kurulan müesses nizamın ve kurumlarının aynı zamanda işlevsiz hale geldiklerini göstermektedir. Bugün Çin, Rusya, Hindistan gibi ülkeler arasında dolar ($) yerine ulusal para birimlerinin tercih edilmeye başlanması “dolarizasyon” sistemi üzerinden işeyen küresel finans sisteminin işleyiş kurallarına bir başkaldırı anlamını taşımaktadır. Nitekim Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 43. Münih Güvenlik Konferansında (2007) ABD’yi, NATO’yu ve Amerikan tek-kutupluluğunu eleştirerek tek kutuplu bir dünyanın “kabul edilemez” olduğundan bahsetmiştir.
Tüm bu meydan-okumalara ve küresel hegemonyasının erozyona uğramasına rağmen dünya çapında kurduğu müttefiklik ilişkileri ile sistemin yükselen güçlerini çevrelemeye çalışan ve şu an önünde kıyasıya geçecek bir Başkanlık Seçimi bulunan ABD, yıllar önce sadece kendini düşüneceğini (“Önce Amerika; America First!”) ve keza uzak coğrafyalarda askeri maceralara girişerek askerlerinin hayatını tehlikeye atmayacağını bizzat önceki Başkan Donald Trump’un ağzından deklare etmiştir. Suriye ve Libya’da (Libya’ya olan NATO Müdahalesine sadece geriden liderlik – “leading from behind” gerçekleştirmiştir) yaşanan katliamlara göz yumarak askeri bir müdahaleden kaçınan uluslararası çatışma bölgelerine dahil olmak bir yana Irak ve Afganistan’daki askeri mevcudiyetini geri çeken bir ABD’den bahsettiğimizi unutmayalım.
Peki hâl böyle iken Donald Trump ve Kamala Harris arasındaki çekişmenin neticeyi belirleyeceği Başkanlık yarışından tamamen ümitsiz mi olmak gerekiyor (?). Eğer duruma Amerikan vatandaşlarının gözüyle yani Amerikan iç siyaseti açısından bakacak olursak; yasa-dışı göçmenler konusu yanında ekonomik ve ulusal güvenlik kaygılarını ön planda tutan seçmenlerin Trump’a daha sıcak baktığını ancak başta kürtaj konusu ve kadın hakları olmak üzere kişisel ve sosyal haklara yönelik vaatleri ön plana çıkaran liberal ve feminist seçmenler ile Latin Amerika kökenli Amerikalıların büyük kısmının Harris’i desteklediğini söyleyebiliriz. Yine seçimler söz konusu olduğunda önemli bir “veri tabanı” oluşturan kamuoyu yoklamalarına ve anketlere göre ise her iki adayın da neredeyse “kafa kafaya” olduğunu söylemek mümkün. Ancak daha önceki Başkanlık seçimlerinde de örneği görüldüğü gibi seçim sonucunun belirlenmesinde matematiksel bir üstünlüğe sahip “salıncak eyaletler (swing states)” kritik önem taşıyor. Arizona, Kuzey Carolina, Georiga, Pennyslvania, Wisconsin, Michigan ve Nevada’daki seçmenler üzerinden yapılan anketler bize Harris’in az farkla önde olduğunu gösteriyor. En güncel anket olma özelliği taşıyan RCP (Real Clear Politics) platformunun verilerine göre ise anketlerde Harris %49,1 oy oranına sahipken Trump’un ise %47,1 oranında bir desteğe sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Adayların dış politikaya dair söylemlerinin seçimlere sınırlı etkide bulunacağı öngörüsüne rağmen İsrail, Gazze ve Ukrayna politikaları özellikle Amerikalı Müslümanlar, Araplar ve diğer aktivistler üzerinde etkide bulunacağından oy-verme davranışını etkileyen önemli değişkenlerden biri olacaktır. Trump’un bir önceki Başkanlık döneminden (Trump 1.0) hatırlayacağımız üzere “Kudüs’ün başkent ilan edilmesi”, “işgallere ve yasa-dışı yerleşimlere sınırsız destek”, “Normalleşme/İbrahim Anlaşmaları” ve “Yüzyılın Anlaşması” gibi İsrail’e koşulsuz ve limitsiz destek sunan Yahudi lobisinin yoğun etkisi altındaki dış politikanın muhtemel bir yeni/ikinci Trump döneminde (Trump 2.0) “Kushner etkisi” (Donald Trump’un damadı ve aynı zamanda Danışmanı olan Yüzyılın Anlaşması adlı düzenlemenin de mimarı olan Yahudi/Siyonist Jared Kushner) ile eskisinden daha fazla İsrail yanlısı bir biçimde devam edeceğini söyleyebiliriz. Harris’in bu konuda farklı düşündüğünü ve İsrail’in karşısında yer alacağını ifade etmek ise zor görünüyor. Hatta Harris bir konuşmasında “İsrail’in kendini savunma hakkını her zaman savunacağım” ifadelerini kullanmıştır. Dolayısıyla Trump’a nazaran biraz daha “duyarlı” olmaya çalıştığı gözlemlense de Gazze’de yaraların sarılması adına Demokratların adayı da umut vadetmiyor. Buraya kadar yapılan açıklamalar ekseninde ABD’deki başkanlık seçimleri sonucunda kazanan kim olursa olsun Filistin ve Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren İsrail’i durdurarak bölgedeki ve sistemdeki istikrarsızlığı giderecek bir siyasal figürün ortaya çıkması uzak bir ihtimal olarak görünmektedir.
Sonuç
ABD eski Başkanlarından Barack Obama’nın da desteklediği Kamala Harris’in Başkanlık seçimlerini kazanması durumunda bunun “II. Biden” dönemi olarak görülebileceğini savunanlar yanında Trump’un bu yarışta ipi göğüsleyerek “Trump 2.0” olarak adlandırılan bir dönemi başlatması halinde ise özellikle uluslararası ilişkiler ve dış politika alanında bu ihtimali oldukça riskli ve tehlikeli olarak adlandıranların sayısı hiç de az değil. Trump, başta Avrupa kıtası ile olmak üzere dünyanın birçok bölgesiyle ve uluslararası örgütlerle sorunlu ilişkilere sahip bir Başkan imajı çizmişti. Yeni dönemde nasıl bir dış politika izleyeceği aslında sır değil. Ortadoğu bölgesi açısından düşünüldüğünde Trump yönetiminin eskiden olduğu gibi İsrail’e vereceği askeri, siyasi, ekonomik ve diğer boyutlarıyla sınırsız destek bölgede var olan ve genişleme eğilimi gösteren savaş ve çatışmaların bölgesel hatta küresel nitelik kazanmasına yol açabilir.
Harris’in genel hatları ile belli olmayan dış politikası hakkında tahmin yürütmek riskli bir eylem olsa da Amerikan müesses nizamından sapma göstererek İsrail’le ters düşmesi ABD’nin uzun yıllar devam eden İsrail yanlısı Ortadoğu politikası çerçevesinde mümkün ve rasyonel görünmüyor.
Sonuç olarak; küresel sistemde ve Ortadoğu bölgesel sistemimde güvenlik risklerinin arttığı ve tehditlerin adresinin belli olmadığı “küresel istikrarsızlık ve belirsizlik” çağında önümüzdeki ay gerçekleşecek ABD Başkanlık seçimleri sonucunda kazanacak olan adayın 7 Ekim’den bu yana Ortadoğu’yu ve dünyayı daha büyük bir savaşa sürükleyen İsrail karşısında ezber bozan bir irade ortaya koyarak barışçıl bir yaklaşım benimseyeceğini düşünmek aşırı iyimser bir analiz olacaktır. Kendisini ABD’nin 51. Eyaleti olarak konumlandıran ve etkin lobi marifetiyle onun dış politikasını yönlendiren soykırımcı bir devlet karşısında uluslararası toplumun bir bütün olarak harekete geçmesini beklemek aradan geçen 1 yılın ardından beyhude bir çaba olarak tanımlanacaktır. Yeni seçilecek ABD Başkanının Ortadoğu başta olmak üzere küresel ve bölgesel çatışmaları etkin diplomasiyle sona erdirmesini ümit etmek, Dışişleri Bakanı Blinken’in somut bir sonuca ulaşmayan sayısız Ortadoğu barış turları bağlamında, hele bir de küresel savaş senaryolarının arttığı ve uluslararası sisteme yönelik tehditlerin belirsiz ama sayıca fazla olduğu günümüzde pek de mantıklı bir eylem olarak durmuyor.