Merhaba, Uluslararası Diplomatik İlişkiler Akademik Araştırmalar ve Eğitim Derneği olarak Balkan Çalışmaları Vakfı Müdürü Sn. Dr. Sevba Abdula ile ‘‘21. Yüzyılda Balkanlar: Kimlik, Diplomasi ve Büyük Güçlerin Gölgesi’’ üzerine röportaj gerçekleştireceğiz. Öncelikle kendisine teşekkür ediyor ve sözü kendisine bırakıyoruz.
Soru 1: Akademik geçmişiniz ve Balkanlar üzerine çalışmalarınız hakkında bize bilgi verebilir misiniz? Bu alana yönelmenizi sağlayan motivasyon neydi?
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat Bölümü’nden mezun oldum. Ardından İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yüksek lisansımı tamamladım. Doktora eğitimim için Marmara Üniversitesi’ne geçerek bu alandaki akademik çalışmalarımı derinleştirdim. Akademik kariyerim boyunca Balkanlar, hem tarihsel hem de güncel dinamikleri açısından özel ilgi alanım oldu. 2016 yılında kurucu başkanı olduğum Balkan Çalışmaları Vakfı ile amacımız, bölgeyi daha iyi anlamaya, analiz etmeye ve bu konuda nitelikli bilgi üretmeye katkı sağlamak. Bir sivil toplum kuruluşu olmakla birlikte, akademik çalışmalara da önem veren bir araştırma vakfıyız. Kendi hayatımda da Makedonya’da bulunduğum kadar Türkiye’de bulunduğumu söyleyebilirim; bu durum, bölgeye dair hem saha deneyimimi hem de akademik perspektifimi zenginleştirdi.
Soru 2: Kosova’nın bağımsızlık ilanından bu yana geçen süreçte, Sırbistan ve Kosova’nın kalıcı bir uzlaşıya varılamamış olmasının en büyük nedeni sizce nedir? Bu durumun Balkanların AB entegrasyon sürecine yansımaları nelerdir?
Tarihi ve güncel boyutları olan, siyasi yönleri bulunan, birçok değişim içeren sorunlar ve süreçlerden bahsediyoruz. Özellikle Kosova–Sırbistan sorunu, hem tarihsel hem de bölgesel siyaset açısından çok önemli bir yere sahip ve muhtemelen hep gündemde kalacak. Bu meselenin herkesi ikna edecek bir uzlaşı üretmesi hiç kolay değil. Bu süreç birbirlerini reddeden, diğerini “öteki” olarak gören; tarihsel, kültürel ve siyasal kimliklerle şekillenmiş yapılardan söz ediyoruz. Bir taraf, diğerinin toprağını Kudüs gibi kutsal görüyor; tarihsel olarak kendi vatanı sayıyor. Diğer taraf özellikle de 20. yüzyılda hâkimiyet kurma, asimilasyon politikaları yürütme, işgal etme girişimleri ile diğerini yok etmeye kadar bir zihniyet üretebilmiş. Bu nedenle sorunun çerçevesini belirlemek kolay değil.
Ben bu konuyla ilgili olarak birkaç maddede öne çıkan noktaları vurgulamak isterim. 2008’de Kosova, tek taraflı bağımsızlığını ilan etti. O dönemde büyük güçlerle beraber Türkiye tavrını net bir şekilde ortaya koydu ve Kosova’yı tanıdı. Ancak Rusya, Çin gibi ülkeler de bu tek taraflı bağımsızlığı tanımadılar. Bu durum sorunu daha da derinleştirdi. İlk başta tanıyan ülkeler arasında olumlu bir hava hâkimdi. AB’nin sürece dahil olması, Sırbistan’ın aday ülke statüsü elde etmesi, müzakerelere başlanılması bu süreci zirveye ulaştırdı. Sürecin uzaması, AB ve uluslararası sistemin parçalı yapısı, Avrupa ülkelerindeki siyasal değişimler 2016 sonrası süreci durağanlaştırdı.
Bu sürecin diğer önemli faktörü de iki ülkede de yaşanan iç siyasetteki dönüşümlerdir. Milliyetçiler, reformistler, muhafazakârlar, AB yanlıları ve AB karşıtları gibi siyaset yelpazesinin birçok unsurları bu ülkelerde de mevcut. Bu siyasal kompozisyon, sorunun seyrini doğrudan etkiliyor. Bir dönem AB yanlısı ve bu sorunu çözmeye istekli aktörler vardı, ancak Sırp toplumu sert tepkiler gösterdi. Siyasi elitler ve liderler de bu yüzden radikal kararlar almaktan kaçınıyor. Muhafazakâr milliyetçi siyasal perspektif hemen hemen tüm Balkan ülkelerinde merkez siyaseti temsil ediyor. Merkez partilerin uçları da Kosova ile ilişkilerde “bir adım ileri, iki adım geri” taktiğiyle hareket ediyor. Kosova’da da durum farklı değil. Lëvizja VETËVENDOSJE’nin iktidara gelmesi Kosova siyasetini de etkiledi. Sırbistan, AB, veya Avrupa Komisyonu tarafından sunulan çözüm önerileri Kosova açısından kabul edilebilir bulunmuyor.
Birincisi, iç siyasette kimin iktidarda olduğu sorunun çözümü açısından belirleyici bir unsurdur. İkincisi ise, AB süreci ve AB’nin iradesi de bu sürecin önemli bir belirleyicisidir. Suriye savaşı, yabancı karşıtlığı, aşırı sağın yükselişi, Brexit ve Covid-19 süreci gibi nedenler, AB’nin genişleme politikasını ciddi şekilde etkilemiştir. AB, Balkanlar’a yönelik genişleme perspektifini durağanlaştırmış ve bu sorunları çözmek yerine süreci zamana yayma eğiliminde olmuştur.
Çözüm konusunda, AB’nin genişleme iradesi zayıftır ve çelişkiler fazladır. Bölgenin siyasal yapıları da sürekli değişmektedir. Avrupa’da radikal sağ ya da radikal sol partilerin iktidara gelmesi, bu sorunları daha da derinleştirmektedir. Konuyla ilgili özellikle altını çizebileceğimiz en önemli faktör, Kosova’nın her iki ülke açısından bir “seçilmiş travma”ya dönüşmüş olmasıdır. Özellikle Sırplar açısından Kosova, birçok anma ve kutlama etkinliğiyle, tarih eğitimiyle, son iki asırdır travmatik bir hafıza öğesi hâline gelmiş ve kolektif bilinçte derin bir yer edinmiştir. Geçmiş acılarla vedalaşamamak, bu hatıraların sürekli gündeme gelmesine yol açmakta ve geleceğin de bu çerçevede şekillenmesine neden olmaktadır. 19. yüzyıldan itibaren inşa edilen bu hafıza süreci, açıkça tarih yazımında ve ders kitaplarında görülebilmektedir.
Kosova’nın bu “seçilmiş travma” statüsüne son vermek gerekmektedir. Ancak bu durumda barış ve iş birliği mümkün olabilir. Yine de bu sürecin zamana yayılacağı açıktır. Belki uluslararası güçlü baskılar devreye girerse bir çözüm ihtimali doğabilir. Ancak mevcut çok kutuplu uluslararası sistem, bu tür sorunların çözülmesini daha da zorlaştırmaktadır.
Soru 3: Rusya ve Çin’in Balkanlar’daki enerji altyapı yatırımları, bölgenin enerji güvenliği ve siyasi bağımsızlığı açısından ne tür riskler ve fırsatlar yaratıyor? AB ile ilişkileri nasıl etkiliyor?
Balkanlar, tarih boyunca karşılıklı bağımlılıklar ve karmaşık ilişkiler ağıyla şekillenmiş bir bölgedir. Günümüzde de bu durum geçerliliğini korumaktadır. ABD ve Avrupa Birliği, bölgenin en önemli belirleyicileri konumundadır. Ancak Rusya ve Çin’in yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri gibi aktörlerin de bölgedeki etkisi göz ardı edilmemelidir. Bu güçler, Balkan ülkelerinin denge politikalarından yararlanarak kendi nüfuzlarını artırmaya çalışmaktadır.
Örneğin Çin, “Kuşak ve Yol” (İpekyolu) girişimi çerçevesinde Balkanlar’da altyapı yatırımları gerçekleştirerek bölgedeki varlığını güçlendirmiştir. AB, bu durum karşısında zaman zaman temkinli, zaman zaman ise teşvik edici bir yaklaşım sergilemektedir. Bununla birlikte Çin’in büyük projelerde şeffaf olmaması, AB’nin bölgedeki kurumsal ve hukuki düzenlemeleriyle çelişmekte ve bu nedenle Brüksel’de endişe yaratmaktadır.
Çin ve Rusya’nın bu coğrafyada ideolojik bir hâkimiyet kurduğunu söylemek zordur. Bölgedeki hiçbir ülke, Çin veya Rusya’nın siyasal sistemini doğrudan model alma eğiliminde değildir. Yatırımlar daha çok altyapı, enerji gibi kalkınma ihtiyaçlarına yöneliktir.
Buna karşın AB ve ABD, Balkanlar’da hâlâ en etkili aktörler olduğu rahatlıkla ifade edilebilir. 1990’lara kadar Soğuk Savaş’ın etkileri belirginken, bu tarihten sonra güç dengeleri daha net ortaya çıkmıştır. Günümüzde bölgede 8 NATO üyesi, 4 AB üyesi ve 5 AB aday ülkesi bulunmaktadır. Dolayısıyla Balkanlar, temelde bir NATO ve AB coğrafyasıdır.
Son 10 yılda ise, AB ile yürütülen katılım müzakereleri sürecinde hem bölgede hem de AB’de bir “yorgunluk” ve “bıkkınlık” gözlemlenmektedir. AB içindeki aşırı sağ ve bazı siyasal elitlerin, Balkanları “AB’ye layık” görmeme eğilimi bu süreci olumsuz etkilemektedir. Güncel kamuoyu araştırmaları, AB’ye olan güvenin ciddi ölçüde azaldığını göstermektedir. Tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen, AB’nin bölge ülkelerinin tamamını üye olarak kabul etmesi durumunda bu ülkelerde büyük bir sevinç yaşanacağı açıktır. Hâlen Balkan ülkelerinin tümünde AB üyeliği, en önemli dış politika hedefi olarak öne çıkmaktadır.
Soru 4: Kuzey Makedonya ve Karadağ gibi ülkelerde Müslüman toplulukların günümüzde karşılaştığı kimliksel sıkışmalar, resmi ideoloji ve seküler ulus-devlet anlayışlarıyla hangi şartlar altında şekilleniyor? Bu durum, dini kimliğin siyasallaşması riskini doğuruyor mu?
Demokratik siyaset, dini kimliğin araçsallaştırılmasına doğal olarak zemin hazırlamaktadır. Özellikle sosyalist rejimlerin çökmesi ve savaş yıllarının geride kalmasıyla birlikte, 2000 sonrası dönemde toplumların demokratikleşmesi ve çoğulculuğun esas alınması, kamusal hayatta birçok kimliğin örgütlenmesini ve iktidar alanlarında yer almasını sağlamıştır. 1930-2000 yılları arasında baskılanan dini kimlik, bu kez tüm bölgede görünür hâle gelmiştir. Jakoben laikleşme, dini kimliği ortadan kaldırma iddiasıyla birçok ülkede büyük haksızlıklara yol açmış; ancak dini kimliği tamamen ortadan kaldıramamış, aksine 2000 sonrası dönemde daha gür bir sesle var olmasına neden olmuştur. Bununla birlikte, dini kimliğin örgütlenmesi ve kamusal alanda görünür olmasının yarattığı heyecan, beraberinde yeni meydan okumaları da getirmiştir. Dini kimliğin demokratik siyaset içinde çeşitli ideolojiler ve resmi politikalarla karşı karşıya gelmesi, farklı dini kimlik biçimlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Dini kimliklerin büyük oranda milliyetçilikle melezleştiğini ifade etmek mümkündür. Bunun yanında, radikal bazı iç ve dış dinamiklerle bağlantı kurabildikleri de gözlemlenmiştir.
Demokratik süreçler ve modern iktidar ilişkileri, Müslümanlarla doğrudan etkileşim içindedir. Müslümanların siyasal hayatta kendi perspektiflerini ortaya koyabilmeleri için zamana, düşünsel birikime ve bu süreçleri öğrenip tanımlamaya ihtiyaçları vardır. Bu, zorlu bir süreçtir. Müslümanların bu çerçevede, bölgeyi, dünyayı ve uluslararası siyaseti gerçekçi bir perspektifle okuyarak düşünce dünyalarıyla bir araya getirecek siyasi elitlerini oluşturmaları gerekmektedir. Balkanlar’da resmî kimlik, dini kimlik ve ötekilik, siyaset bağlamında sürekli olarak araçsallaştırılan olgulardır. Bu üç saç ayağı birbirine yakın durduğunda, daha sağlıklı bir siyaset, din ve kimlik gelişimi mümkün olmaktadır. Ancak bunlar arasında çekişme ve gerilim mevcutsa, toplumsal, kültürel ve ekonomik ilerleme ciddi biçimde zedelenmektedir.
Kuzey Makedonya ve Karadağ’daki Müslümanlar, bu bağlamda dini kimliği doğrudan siyaset üretiminin merkezine yerleştirmeyen bir görünüm sergilemektedir. Müslüman topluluklar, her iki ülkede de merkez siyasete katkı sağlayabilecek bir siyasal çizgi geliştirebilmektedir. BESA ve Alternativa gibi siyasi partiler, milliyetçilik ve muhafazakârlık ekseninde söylemler üretebilmekte; ancak bu söylemler, dini kimliğin doğrudan siyasal mücadeleye dönüştürülmesinden ziyade, ulusal kimlik ve kültürel değerler çerçevesinde şekillenmektedir. Siyaset, seçim dönemlerinde dini kimliği araçsallaştırma eğilimi gösterse de, heterojen toplum yapısının yaratabileceği büyük riskler dikkate alınarak, bu süreçte daha temkinli bir politika izlendiğini söylemek mümkündür.
Soru 5: Son yıllarda başta Bosna-Hersek, Arnavutluk ve Kosova olmak üzere bazı Balkan ülkelerinin Körfez ülkeleriyle geliştirdiği dini, ekonomik ve kültürel ilişkiler dikkat çekiyor. Balkan devletlerinin İslam dünyasındaki yeni ilişkiler, dış politika ve kimlik siyasetinde nasıl bir dönüşüm yaratıyor?
1920’lerden itibaren Balkanlar’da Müslüman kimliği farklı tarihsel süreçlerden geçmiştir. 1918-1945 döneminde Müslüman kimliğin uluslaşma süreci yaşanmıştır. 1945-1990 döneminde ise Müslüman kimlik, sert bir jakoben laikleşme ve sekülerleşme politikalarıyla karşı karşıya kalmıştır. 1990 sonrası dönemde demokratikleşme süreci ve İslam dünyası ile yeniden kurulan ilişkiler, Müslüman kimliğin çoklu kimliklere bölünmesine veya belirgin biçimde kristalleşmesine yol açmıştır.
İslam dünyası ile bağlantılar, 1945-1970 dönemi hariç, Balkanlar’da farklı düzeylerde her zaman var olmuştur. Ancak 1990 sonrası dönemde bu ilişkiler, çok daha yoğun bir etkileşim ve hareketlilik kazanmıştır. İslam dünyasının mezhepsel, kültürel, cemaat temelli ve siyasal ajanda bakımından çeşitlilik gösteren yapısı, Balkan Müslüman kimliğine hem katkılar sağlamış hem de çeşitli sorun alanlarının oluşmasına neden olmuştur. Balkan Müslümanlarının sayısının 8-10 milyon arasında olduğu tahmin edilmektedir. Bu topluluklar, hem kendi iç dinamikleri hem de dışarıdan gelen etkiler doğrultusunda sürekli olarak kendilerini yeniden tanımlama ve kimliklerini muhafaza etme süreciyle karşı karşıya kalmaktadır.
Balkan Müslümanlarının yaşadığı ülkeler ile Körfez ülkeleri arasındaki ilişkileri kabaca üç farklı dönemde tanımlayabiliriz. Soğuk savaş dönemi boyunca, 1963 sonrası, özellikle Yugoslavya Bağlantısızlar Hareketi bağlamında denge siyaseti güderek ekonomi, kültür, eğitim gibi alanlar üzerinden ilişki geliştirmiştir. Yugoslavya’nın dağılması ile ortaya çıkan savaşların sonucunda Körfez ve İslam ülkeleri bölgeye yardımlar, savaşçılar ve dini yorumları da beraberinde getirdi.
2010’larda ise bölgeye özellikle Karadağ ve Sırbistan’a bu sefer ciddi yatırımlar yapılarak Arap sermayesinin en önemli yatırım bölgelerinden biri oldu. 2010 sonrası Vehhabilik, FETÖ gibi cemaatlerin de mevzi kazandığını belirtmek gerekir.
Bu ilişki ağları bölgeye kendine has bir İslam anlayışı üreten Balkan Müslümanlığına da birçok meydan okumayı beraberinde getirdi. İslam dünyasından gelen cemaatler, dernekler ve yardım kuruluşları – iyi niyetli olsalar bile – bu asırlarca üretilen yerel kimliği hem aşındırdı hem de yeniden şekillendirdi. Bu durum birçok alt kimliğin ortaya çıkmasına yol açtı. İslam dünyasındaki ülkelerle yakın ilişkiler kurmak önemli olsa da dışarıdan gelen bu farklı perspektifler bazen büyük bedeller ile üretilen beraber yaşama kültürünü aşındırdı.
Soru 6: Türkiye’nin TİKA, YTB, Diyanet ve Maarif Vakfı gibi kurumlar aracılığıyla yürüttüğü kamu diplomasisi faaliyetlerinin, Kuzey Makedonya ve genel olarak Batı Balkanlar’daki Müslüman toplulukların kimlik inşası ve kültürel temsili üzerindeki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu çabaların zaman zaman ‘‘Neo-Osmanlı’’ söylemiyle ilişkilendirilmesi sizce ne kadar yerinde?
Türkiye’nin Balkanlar ile ilişkisi, güçlü bir ortaklığa örnek teşkil etmektedir. Tarihsel olarak bakıldığında, Türkiye’nin Balkanların kalkınmasına, kültürüne, ekonomisine ve düşünce dünyasına önemli katkıları olmuştur. Türkiye, 1990’lara kadar farklı bir dış politika anlayışı izlemiştir. Ulus devlet inşa etme tecrübesi, ülkenin yakın coğrafyalarıyla temkinli bir dış politika yürütmesine neden olmuştur. İç siyasette yaşanan darbeler, istikrarsızlıklar ve bir türlü sağlanamayan siyasi denge de bu süreci olumsuz etkilemiştir. 1990’lı yıllardan sonra ise uluslararası siyasetin küreselleşme çerçevesinde yeniden şekillenmesi, Türkiye’nin yakın coğrafyalarıyla daha derin ve kapsamlı ilişkiler kurmasına zemin hazırlamıştır. Böylece Türkiye-Balkanlar ilişkilerinde farklı bir döneme girilmiştir.
Bugün bölgede Türkiye hem devlet hem özel hem de sivil toplum örgütleriyle beraber önemli yatırımlarda bulunuyor. İlişkiler canlı, sorun alanları her geçen gün azalıyor, hem devletler hem toplumlar arası etkileşim ve hareketlilik geçmişe göre kıyaslanamayacak noktada. Türkiye birçok ülkeye göre daha güvenilir bir partner olarak öne çıkıyor, itibar görüyor.
Bölge açısından Türkiye, tarihsel ve stratejik olarak doğal bir aktör konumdadır. Ortak aile bağları, ortak kültürel değerler ve ortak çıkarlar bulunmaktadır. Bölgenin Türkiye ile ilişkisi sadece bir duygusal bir içeriğe sahip değil bölge ülkeleri uluslararası siyaset, tarih, komşuluk gibi birçok reel ve stratejik perspektiften dolayı da bu ilişkiyi derinleştirmenin kıyısında. Doğal olarak hem Türkiye’de hem Balkanlarda hem de uluslararası çevrelerde bu ilişkiyi negatif hale dönüştürmek isteyen yapılar mevcut. Uluslararası siyaset, siyasal İslam, Neo Osmanlıcılık ile karşı söylem inşa ederken bölgedeki aşırı sağ ve milliyetçiler tarihsel süreçleri çağırarak ötekilik söylemini inşa ediyor. Türkiye’deki ulusalcılar ise içe odaklanalım gerekçeleriyle bu yakın ilikiyi zaman zaman zehirlemeye odaklı söylemler ve eylemler üretebiliyorlar.
Balkan ülkeleri açsından bu ilişkiyi zedeleyen bir diğer önemli husus da tarih anlatıları ve eğitimi olarak dikkat çekiyor. 19.yy’da başlayan ama 20.yy’da zirveye ulaşan Osmanlı ve Türk kimliğini ötekileştiren çerçeve bu ilişkiinin önünde duran en büyük sorunlardan biri. Tarih dediğimiz olguya tek açıdan bakmamak gerekir. İlköğretim ve lise yıllarında elde edilen bu tarih perspektifini eleştirel gözle bakmak çok az sayıda kişiye nasip oluyor. Bu bağlamda inşa edilen hafıza özellikle kriz alanlarında yeniden gündeme getirilerek karşıtlıklar oluşturabiliyor.
Savaşların ne kadar büyük maliyetler ürettiğini yakın dönemdeki savaşlardan, Suriye ve Ukrayna savaşlarından, rahatlıkla görebiliyoruz. Bu nedenle, düşmanlıkları körüklemek yerine, bölge halklarının ortak çıkarlar etrafında birleşmesi, ‘kazan-kazan’ anlayışıyla hareket etmesi gerekiyor. Makul çoğunluğun geçmişin kötü hatılarıyla geleceği şekillendirmesine karşı gelerek ortak kültür, ortak tarih ve ortak çıkar perspektifiyle Balkanları gelişmişliğin, kalkınmışlığın, bilimsel ilerlemenin, demokratik kültürün vs. merkezlerinden biri haline dönüştürmesi gerekiyor. Türkiye, bu konuda bu perspektife en çok katkı veren, en çok yardım eden ve en çok barışı anlatmaya çalışan ülkelerin başında geliyor.
Soru 7: 2025 yazında Kuzey Makedonya’daki anayasa değişikliği tartışmaları, Arnavut partilerin talepleri ve AB üyelik süreci yeniden bölgesel siyasetin merkezine oturdu. Sizce bu süreç, çok etnili yapıya sahip Balkan ülkelerinde ulusal kimlik ve azınlık hakları dengesi açısından nasıl bir kırılma veya yeniden yapılanma doğurabilir?
1991’de bağımsızlığını ilan etmesiyle birlikte Kuzey Makedonya, dört temel alanda önemli sorunlarla karşı karşıya kaldı: tarihsel, ulusal, dini ve milli kimlik. İlk büyük sorun, ülkede yaşayan Arnavutlar, Türkler ve diğer etnik gruplara yönelik politikaların, yaklaşık 60 yılın ardından iç çatışmalara yol açmasıydı. Bu sorun ancak 2001 yılında imzalanan Ohri Çerçeve Anlaşması ile çözüme kavuşturulabildi. İkinci önemli sorun alanı, Yunanistan ile yaşanan ‘Makedonya ismi’ ve Antik Yunan dönemi mirası üzerindeki anlaşmazlıklardı. Bu gerginlik, ülkenin NATO ve AB üyelik süreçlerini de doğrudan etkiledi ve ancak ülke adının değiştirilmesiyle çözülebildi. Dini kimlik bağlamında, Makedon Ortodoks Kilisesi, uzun süre bağlı olduğu Sırp Ortodoks Kilisesi’nden bağımsızlığını ancak yakın dönemde kazanabildi. Bugün ise Kuzey Makedonya, çözümü en zor sorun olarak görülen Bulgaristan ile kimlik meselesi ile karşı karşıya. Birçok Makedon ulusal kahramanı, kurumu ve tarihi olayı Bulgar tarihi, kahramanları ve kurumlarıyla örtüşmektedir. Bu nedenle ‘‘Makedon kimdir, Bulgar kimdir?’’ sorusu ve ulusal kimliğin tanımı, iki ülke arasında derin bir kesişim ve tartışma alanı yaratmaktadır.
Bulgaristan, Kuzey Makedonya’nın mevcut tarih yazımına şiddetle karşı çıkmakta ve bu yaklaşımın değiştirilmesini talep etmektedir. Hatta bu konu, uzun süredir tıkanma yaşayan Bulgar iç siyasetinin temel gündem maddelerinden birine dönüşmüştür. Bulgaristan ayrıca, Kuzey Makedonya’daki Bulgarların anayasada resmî olarak tanınmasını istemektedir. Resmî kayıtlara göre ülkede yaklaşık 5.000 Bulgar yaşamaktadır; ancak hem Bulgaristan hem de Kuzey Makedonya vatandaşlığına sahip önemli bir kesimin eklenmesi durumunda, ülkedeki hassas etnik dengelerin zedelenebileceği endişesi vardır. Bulgarlar, 1945 öncesi Makedon devleti ve ulusunu tanımama pozisyonunu sürdürdükleri sürece, iki ülke arasında bir uzlaşı sağlanması oldukça güç görünmektedir.
Bulgaristan bu konuyu Kuzey Makedonya’nın AB müzakere sürecinin ana maddesi haline dönüştürmesi, ülke siyaseti ve geleceği açısından büyük bir riske neden oluyor. AB’nin bu süreçte tutarsız tutumu ve Kuzey Makedonya’daki iç siyaset dengelerinin 2024 yılı itibariyle milliyetçi muhafazakâr VMRO DPMNE’ye göre şekilenmesi süreci daha da zor hale getirmiş durumda. Yeni hükümet, AB müzakere sürecinin tamamlanmasının ancak Bulgaristan’ın talep ettiği anayasal değişikliklerin gündeme gelmesiyle mümkün olabileceğini ifade etmektedir.
Şu anda Makedonya’da muhafazakâr-milliyetçi bir parti güçlü bir şekilde iktidarda bulunuyor. 120 sandalyeli parlamentoda 58 milletvekiline sahip olan iktidarın bu konuda aceleci davranmasını beklemiyorum. Konu, Arnavutlar açısından da bir tehdit içermediğinden, iki ülke arasındaki ilişkilerin ve iç siyaset dengelerinin bir süre daha aynı şekilde devam edeceğini öngörüyorum. Uluslararası siyaset büyük bir baskı kurmadığı sürece, Bulgaristan’ın daha makul taleplerle gündeme gelmesi de pek olası görünmüyor.
Makedon kimliği son 35 yılda büyük sınamalar ve kırılmalar yaşadı. Uluslararası örgütlere üyelik, sistemde var olabilme ve iç sorunlarını çözebilme süreçleri yüksek maliyetlere neden oldu. AB üyeliği ise şu anda en yüksek maliyeti getirecek noktada bulunuyor. Ülkenin geleceği, istikrarı ve kalkınması için bir fedakârlığın daha yapılması gerekecek gibi görünüyor. Ancak bunun şartları ve zamanı, muhtemelen istisnai bir durumu beraberinde getirecektir.